Nacho Sanchez Amor’un acıklamaları, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik süreci ve demokratik standartlarla ilgili çarpıcı eleştiriler içeriyor.
Amor, Türkiye’nin AB üyelik sürecinin temelini oluşturan demokratik standartlardan uzaklaştığını ve Avrupa’nın gözünde giderek bir "üçüncü dünya ülkesi" olarak görüldüğünü belirtiyor. Bu durum, üyelik sürecinin önünü tıkarken, Türkiye’nin demokratikleşme çabalarının yetersizliğiyle bağlantılı olarak ele alınıyor. Özellikle yargı bağımsızlığı, temel haklar, ifade özgürlüğü ve yerel demokrasi gibi konuların ciddi sorunlar barındırdığı vurgulanıyor. Konuşmada, Türkiye’nin AB üyeliğini stratejik bir araç olarak görmesi yerine, demokratikleşmeyi kendi içsel bir hedefi olarak benimsemesi gerektiği savunuluyor.
N. Sanchez Amor'un açıklaması şu şekilde devam ediyor;
Türkiye'nin Üçüncü Dünya Ülkesi Konumuna Düşüşü, AB ve Türkiye İlişkileri:
Amor, Türkiye’nin AB üyelik sürecinden uzaklaşarak giderek "üçüncü ülke" statüsüne çekildiğini belirtiyor. Brüksel'deki siyasi tutumların, Türkiye'yi bir komşu ülke olarak ele almayı tercih ettiğini ve üyelik sürecinin gündem dışı bırakıldığını ifade ediyor.
Borrell'in Raporu: AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Borrell’in Türkiye-AB ilişkilerine dair hazırladığı raporun Konsey tarafından kabul edilmemesi, Türkiye'nin üyelik sürecine yönelik ilgisizliği gösteriyor.
Demokratikleşme ve Yargı SorunlarıDemokrasi ve Üyelik Süreci:
Türkiye’nin demokratikleşme çabalarının yetersiz olduğu belirtilirken, demokrasi olmadan AB üyeliğinin mümkün olmadığı vurgulanıyor. Üyelik sürecinin "normatif" bir süreç olduğu ve yalnızca demokratik standartlara uygun hareket eden ülkeler için erişilebilir olduğu ifade ediliyor. Amor, Türkiye’nin yargı bağımsızlığındaki eksiklikleri ve demokratik standartların düşüklüğünü eleştiriyor. Örneğin, 14 yaşındaki bir kız çocuğunun terör suçlamasıyla yargılanması ve absürt sorularla karşılaşması, bu durumun çarpıcı bir örneği olarak gösteriliyor. Hakimlerin iktidarı memnun etmediği takdirde sürgün edildiği belirtiliyor. Bu durum, yargının siyasallaşmasının altını çiziyor.
Yerel Demokrasi ve Kayyum Uygulamaları:
Türkiye’nin seçilmiş yerel yöneticileri kayyumlarla değiştirmesi, demokrasiye büyük bir darbe olarak nitelendiriliyor. Hükümetin, halkın iradesine müdahale ederek kendi siyasi temsilcilerini atadığı vurgulanıyor.
Vize Serbestisi ve İlişkilerde Çıkmazlar:
Türk vatandaşlarının vize başvurularında yaşadığı zorluklar ele alınırken, Türkiye'nin gerekli reformları gerçekleştirmediği için vize serbestisi konusunda ilerleme kaydedilemediği ifade ediliyor. Türkiye'nin güvenlik ve jeopolitik işbirliği üzerinden AB ile yakınlaşmayı tercih ettiği, ancak bu yaklaşımın üyelik sürecinden tamamen bağımsız olduğu dile getiriliyor.
Demokrasi ve Stratejik Amaçlar:
Amor, Türkiye'nin AB üyelik sürecini bir araç olarak görmek yerine, demokrasiye ulaşmayı içsel bir hedef olarak benimsemesi gerektiğini belirtiyor. Demokrasi olmadan üyelik sürecinin mümkün olmadığı, bunun tamamen Türkiye’nin iradesine bağlı olduğu ifade ediliyor.
Erdoğan rejiminin Türkiye'yi içine sürüklediği karanlık tablo, yalnızca hukukun üstünlüğünün hiçe sayıldığı bir sistemin sonucu değildir; aynı zamanda temel insan haklarının sistematik bir şekilde ihlal edilmesiyle şekillenmiştir. Yargı bağımsızlığının tamamen yok edildiği, muhalif seslerin bastırıldığı, gazetecilerin, aktivistlerin ve hatta çocukların "terör" suçlamalarıyla cezaevine atıldığı bir ülke, demokrasiden uzak bir otoriter rejimin tam bir örneğidir. Türkiye'deki mevcut iktidar, demokratik seçimlerde halkın iradesini gasp ederek seçilmiş belediye başkanlarını kayyumlarla değiştirmiş, özgürlükleri budayarak adeta bir korku imparatorluğu inşa etmiştir.
Ülkenin insan hakları sicili, uluslararası standartların en alt seviyelerine gerilemiş durumdadır. Avrupa Birliği üyelik sürecinin temel gerekliliklerinden biri olan hukukun üstünlüğü ve demokrasi, Erdoğan rejiminin politikaları altında sistematik bir şekilde zayıflatılmıştır. Toplumun her kesiminde yaşanan bu hak ihlalleri, yalnızca bireysel özgürlükleri değil, aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası alandaki güvenilirliğini de yerle bir etmiştir. Türk yargısının tarafsızlığını kaybettiği, siyasi emirlerle hareket ettiği bir ortamda, temel haklara saygının yeniden tesisi neredeyse imkânsız hale gelmiştir.
Erdoğan rejiminin baskıcı politikaları altında bir ülkenin geleceği şekillendirilemez. Bu durum, yalnızca Türkiye'yi uluslararası arenada bir demokrasi krizi olarak konumlandırmakla kalmayıp, aynı zamanda kendi vatandaşlarının temel haklarını ihlal eden bir yönetim modeli haline getirmiştir. Eğer Türkiye, gerçek bir demokrasi olmayı ve Avrupa ailesine katılmayı hedefliyorsa, bu otoriter zihniyetten ve sistematik insan hakları ihlallerinden köklü bir şekilde kurtulmak zorundadır. Aksi takdirde, rejimin uygulamaları, ülkeyi yalnızca daha fazla izolasyona ve yıkıma sürükleyecektir.
Social Plugin